Bu gün 23 Nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramı. Ülkemizin bağımsızlığının ilanı olan bu günü çocuklara armağan eden Mustafa Kemal ATATÜRK'e selam olsun.
Çocukken, gördüğümüz dersler arasında yer alan Atatürk'ün devrimlerini düşündükçe aklım bir türlü almazdı. Harf devrimi, şapka devrimi gibi bir çok şeyi "Allah Allah nasıl düşünebilmiş tüm bunları" derdim.
Tıpkı ilk defa dünya klasiklerinden ünlü Rus yazar Maksim Gorki'nin yanlış hatırlamıyorsam "Ana" isimli romanın bir yerinde kitabın kahramanı Pelageya'nın patates bulabilmek için donmuş toprağı kazmaya çalışmasını da aklım almamıştı.
Çocuktum ve bütün dünyam köyümle sınırlıydı. Köyümdeki iklimden ve yaşam şeklinden başka yaşamlar bilmiyordum ki? Antalya gibi sıcak bir kentin köyünde yaşayan bir çocuğun gezici kütüphaneden alıp okuduğu Rus çarlık dönemine ait bir kitapta yazılan "Donmuş toprağı" nasıl hayal edebilir ki? Toprağa dokunurdum ve "Toprak donabilir mi?" derdim.
Her neyse, Atatürk'le ilgili olarak bilinçlenmeye başladığım günden bu yana hep "Kesinlikle bu adam uzaydan gelmiş" diyordum. Zaman zaman hala aynı şeyleri düşünürüm.
Mesela Atatürk'le ilgili olarak uzun yıllar boyunca hep derdim ki, "Kadınları, kadınlardan fazla düşünmüş. Eski düzen devam edebilir, seçme ve seçilme hakkı tanımayabilir, miras hakkı vermeyebilirdi. Cumhuriyet yeni kurulmuş ve bunu yapıp, yapmamak Atatürk'ün iki dudağının arasındayken nasıl böyle bir karar alabilmiş. Eminim meclisin çoğunluğunu oluşturan erkek üyeler karşı gelmiştir. Neden arkadaşlarıyla çatışa çatışa böyle bir kanun çıkartabilmiş. Medeni olarak görülen Avrupa'da, Dünya'da yeni yeni oluşurken, Türkiye'de kadınları eşit konuma getirmiş" diye düşünürdüm.
Cevabını Cemal Kutay'ın "Bir solukta Atatürk" kitabının 18. sayfasında bulmuştum. Atatürk 1895 yılında Manastır lisesi yerine, Selanik'ten İstanbul'a gelerek Kuleli Askeri Lisesine gitme kararını almasının çok naif bir perde arkası vardır.
Herkesin bildiği resmi tarihe göre Atatürk'ün babası öldükten sonra annesi, ve kız kardeşi Makbule hanımla birlikte dayısının çiftliğine gider ve buğday tarlalarında teneke çalarak kargaları kovalar.
Olay hiç de öyle değildir aslında. Kocası öldükten sonra iki çocuğuyla ortada kalan Zübeyde hanım, babasının Langaza'daki Rapla çiftliğine sığınır. Bir zamanlar babasına ait koca çiftlik artık kardeşi Hüseyin'e aittir. Zübeyde hanımın miras hakkı da, söz hakkı da yoktur. Kardeşinin verdikleriyle yetinmek zorundadır. Atatürk'te minik kız kardeşi dayılarının çiftliğinde sığıntı olarak yaşamaktadırlar. Dedesine ait çiftlikte dayısının yanında sığıntı olan Atatürk, oyun oynamak yerine kardeşiyle birlikte kargaları kovalayarak işe yaramaya çalışıyordu.
Kuleli Askeri Lisesine giderek, bir an önce hayata atılıp; annesini o sığıntılıktan kurtarmak ister. Lisenin 3. yaz tatilinde, eve döndüğünde ise annesinin Ragıp efendi diye birisiyle evlendiğini öğrenir. Büyük bir şok yaşar. Selanik'i ve evini terk ederek İstanbul'da yaşayan teyzesi Samiye hanımın evine döner.
Annesinin aç kalmamak için Ragıp efendi ile evlendiğini biliyor ama bir daha annesinin, Ragıp efendi ile birlikte yaşadığı evine adımını atmıyor. Yaz tatillerini arkadaşlarının evinde geçiriyor. En fazla da Fuat Bulca'nın evinde oluyor.
Annesini ne zaman görüyor? Ta ki, Selanik, Osmanlı İmparatorluğunun elinden gittiği zamana kadar. Atatürk, üvey babası Ragıp efendiyi istemiyor. Bu nedenle Ragıp efendiden ayrılan annesini, kız kardeşiyle birlikte İstanbul'a getirtiyor ve o zaman yeniden görüşmeye başlıyor ve annesinin evinde o zaman yeniden kalmaya başlıyor.
Miras hukuku olmadığı için hiç bir hak talep edemeyen annesi, sığıntılıktan ve aç kalmamak için çok sevdiğini kocasının üzerine evlenmek zorunda kalması olayı 15-16 yaşlarındaki bir delikanlıyı ne kadar etkilemiştir sizce?
İşte bu olayı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Atatürk'ün annesine olan düşkünlüğünü, yaz tatilinde koşarak eve geldiğinde dayısının onu evlendirip evden gönderdiğini öğrenmesini, hayata isyanını, düzene isyanını hissetmiş ve her devrimin bir tabanı, olduğunu öğrenmiştim.
Bu gün biraz böyle sıkıcı olmuş olabilir. Yarına eğlenceli hafta sonu yazımız gelecek.
Ne diyor Maksim Gorki'nin 'Ana' kitabındaki Pelageya "Ne güzel gülüyorsun Andre! Oysa çok gülenlerin yüreğinde keskin bir acı saklıdır"
(Ne hafıza varmış demeyin: Son cümle hafızamda değildi. Kitabın ana karakterlerden Pavel'in ismini hatırlayamayınca, ararken rastladım bu cümleye. Çok hoşuma gitti. Paylaşmak istedim)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.