Salı günü gittiğim Ankara’dan bu sabaha karşı döndüm. Siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde ben muhtemelen uyuyor olacağım.
Ankara’daki çok özel gelişmeleri önümüzdeki günlere yayarak yazacağım. Ama bu gün sizleri keyifli bir hafta sonu yazısıyla bırakıyorum. Umarım beğenirsiniz.
Yine 90’lı yılların ortasında o dönem küçücük bir belde olmasına rağmen muazzam rantı nedeniyle Antalya’nın gözde beldelerinden birisi haline gelen Belek’in o dönemki belediye başkanı Yusuf Mecek “İhaleye fesat karıştırma, okul yakma” gibi bir dizi suçlama nedeniyle jandarma tarafından gözaltına alındı.
Elbette ilk haberi geçtikten sonra, ertesi gün savcılığa çıkartılmadan önce fotoğraf çekebilmek için Belek Jandarma karakolunda ben ve sevgili meslektaşım olan bu gün Ankara’da Foto Muhabirleri Derneği Genel Başkanı olan Rıza Özel’le birlikte konuşlandık. Ben bilgileri toparlayacak ve kamera çekeceğim, Rıza ise fotoğrafları çekecek. Serik ilçe muhabiri ise bize destek olacak.
Biz jandarma komutanından bilgi almaya çalışırken, aynı gazetede çalıştığımız ve burada ismini zikrederek paye vermek istemediğim Serik İlçe muhabiri olan karakter fakiri arkadaş sürekli olarak bilgilere müdahale ediyor ve olayı sulandırmaya, manipüle etmeye çalışıyor. Yetkili komutan “Şu, şu olayları da soruşturuyoruz” diyor, bizim arkadaş oradan atlıyor. “Yok, yok o öyle değil. Aslında o olayda belediye başkanını günahı yok, çalışanlardan filanca yapmıştı. O zaman öyle söylemişlerdi. Kesin başkanı savcı bırakacak” gibi bir şey atıyor ortaya. Bazı arkadaşlar gazeteci kimliğine ve Hürriyet gazetesinde çalışmasına güvenerek onun söylediklerini de not ettiklerini fark ettim.
Bir süre sonra kıdemli muhabir olarak “Ablam sen müdahale etme. Komutan ne diyorsa resmi ağızdan biz onu yazalım” dedim.
Ama aynı gazetede omuz omuza çalıştığımız bu arkadaş durmadı. Müdahaleleri işe yaramayacağını anlayınca bu sefer Antalya’dan Belek’e gelen gazetecilerin gözünü korkutmaya yönelik söylemlere başladı. “Bu Mecek ailesi bildiğiniz gibi değil. Burada adamı keserler. Hepsi dışarda sizi bekliyor, hepinizi döveceklermiş. Dediklerini de yapar bu adamlar. Belediye Başkanı için ölüme giderler” diyerek bizimkilere veriyor ayarı.
Ben fazla ses etmiyorum, zira diğer gazeteci arkadaşlar bırakıp giderlerse, en özel fotoğrafları biz çekeceğiz. Çünkü bu arkadaşın söylediklerini dikkate alıp veya korkarak bırakıp gitmek gibi bir şeyin asla söz konusu olmadığı gibi, aklımın bir kıyısından bile geçmiyor.
Bizim karakter fukarası bu arkadaşın ara ara yanımızdan ayrılarak telefonla görüştüğünü fark ettim. Bunun pek hayra alamet olmadığını gözlemliyorum ama yapacak bir şey yok.
Sonunda biz jandarmanın arasında fotoğraf karesi alabilmek için diğer gazetecilerle birlikte komutana bastırınca, o da, “Hastaneye adli kontrol için giderken çekebilirsiniz” dedi. Bu sırada dışardaki kalabalık gittikçe artmaya devam ediyordu. Jandarma karakolunu neredeyse abluka altına almışlardı.
Komutan da olaylar çıkmaması için bizi çağırdı ve “Siz hastaneye geçin. Ben sizden 10 dakika sonra belediye başkanını buradan çıkartacağım. Kalabalığa adliyeye geçtiğimizi söyleyeceğim. Yakınları adliyeye doğru giderken, biz hastaneye geleceğiz ve belediye başkanında sorgu sırasında herhangi bir darp-cebir olmadığına dair adli tabipten rapor alacağız. Siz hastaneye giriş-çıkışlarda fotoğraf ve görüntü alabilirsiniz” dedi.
Canımıza minnet.
Tıpkı komutanın söylediği gibi arabalara doluştuk ve biz Antalya’ya dönmek üzere yola çıkıyormuş gibi yaptık. Bizim gazetede çalıştığı için karakter fakiri arkadaş da doğal olarak bizim arabaya bindi.
Hastaneye doğru yola çıkmış iken ön tarafta oturan bu arkadaşın telefonu çaldı. Telefonu açtı ve tek cümle kurdu. “Hastaneye gidiyoruz” deyip, kapattı. Anında tepki verdim. “Bunu neden söyledin?” diye. “Eşinin aradığını” iddia etti, kıvırttı ama başımıza geleceği az çok tahmin ettim.
Bundan habersiz, aracın arkasında Rıza ile fısıldaşarak konuştuk. Makinalarımız kendimizden değerli. Bu nedenle ilk saldıracakları fotoğraf makinası ve kamera olacağı için Rıza kardeşim, fotoğraf makinasının flaşını çıkardı ve çantasına koydu. Objektifini değiştirdi. Ekipman çantalarımızı arabada şoföre emanet bıraktık. Ben kamerayı aldım, Rıza makinasını aldı ve hastanenin önünde beklemeye başladık.
Biliyoruz ki, saldırıya uğrayacağız. Biliyoruz ki fena halde dayak yiyeceğiz. Rıza kardeşimle aramızda konuşuyoruz. “Az hasarla bu işten çıksak” diye. Ama görüntüleri kurtardıktan sonra “ben de bir iki tanesini indiririm” diye hesap yapıyorum.
Jandarma aracı gelmesiyle birlikte arkasından 100-150 kadar adamlarda koşarak bize doğru hücum ettiler. Biz bir yandan jandarmaların arasında elleri kelepçeli başkanı çekmeye çalışıyoruz, bir yandan kafamıza-gözümüze inen yumruklardan kendimizi korumaya çalışıyoruz.
Başkan içeriye alındı ama 10 kadar gazeteci 150 civarında gözleri öfkeden deliye dönmüş, topluca histeri krizine girmiş adamların ortasında kalmıştık. Kilolu olmam nedeniyle kaçak gecekondu gibi 10 kadar gazetecinin arasında en belirgin ben varım, ve doğal olarak en fazla adam da bana düştü.
Böyle hareketli olaylarda kendimi korumasını bilirim. Ama bu sefer duvar ile insanlar arasında sıkıştım ve hareket alanım kısıtlı. Bu nedenle kamerayı sol elimle kucağımda korumaya aldım, sağ elimle gelen yumrukları savuşturmaya çalışıyorum.
Sevgili kardeşim Rıza Özel durumu fark etti ve hızla beni o durumdan kurtarmaya çalışmak için koştu ve bana saldıranlardan birisine tekme attı. O ağzından köpük savrulan vahşi yaratıklar bir anda Rıza’ya döndüler.
Rıza o dönemler 60 kilo bile değil.
10 kadar vahşi yaratık saldırdığı anlarda bir ara Rıza’yı havada, bir saniye sonra yerde gördüm. Tekmeler, yumruklar havada uçuşuyor.
Bizim camia bilir. Kekelemeye başladığım anda bende sigortalar atmış olur ve ben insanlıktan çıkmış bir canavara dönüşürüm. Yine aynısı oldu ve kekeleyerek de olsa, Allah ne verdiyse küfrederek önüme gelene tekme-tokat daldım.
Polis-jandarma, araya giren vatandaş derken ortalık sakinleşti.
Ama ben sakinleşmedim.
Bizim muhabir kisvesi altındaki karakter fakiri arkadaşa gün yüzü görmemiş küfürlerle bir güzel sıvadım. O günden sonra bu adamla bir daha selamlaşmadım, konuşmadım. Her ne kadar inkar ederse etsin, bunu onun yaptırdığını biliyordum.
Aradan aylar-yıllar geçmesine rağmen Yusuf Mecek’in yakasını asla bırakmadım. O beyefendiye özel ilgi göstererek aylarca dosyasını didik didik ederek, her seferinde bir başka olayı gündeme getirdim.
Sonunda Serik’li cok sevdiğim Avukat Ali Kuş arkadaş devreye girdi. Olayı anlattım. Avukat Ali Kuş arkadaşımız, bir gün adliyeye yanında birisi ile geldi ve adamı başkanın kardeşi olarak tanıttı. (Geçmiş gün, yanlış hatırlayabilirim. Galiba Süleyman’dı ismi) Başkanın kardeşi “O gün bizi kışkırtan kişi sizin kendi muhabir arkadaşınızdı. Bu arkadaş zaten çeşitli şekillerde bizimle ilişkileri vardı. Bize, “Dövün bu gazetecileri Serik’e bir daha adım atamasınlar. Burada benden başka hiç kimse gazetecilik yapamaz. Bunları siz şimdi döverseniz, bir daha buraya gelmeye hiç birisi cesaret edemez” dedi. Ama bize telefon açıp, bizi kışkırtan, “Bu kadar adam yetmez, daha adam toplayın” diyen bu meymenetsiz nedeniyle başkan partisinden istifa etmek zorunda kaldı. Olayların buralara kadar geleceğini hiç tahmin edemedik. Özür dileriz” dedi.
Aradan on yıllar geçti ve ben hala karakter fukarası o gazeteci müsveddesinin yaptıklarını unutmadım ve asla affetmedim.
Rıza kardeşime kuduz köpek gibi saldıranları da unutmadım. Biz o gün rıza Özel kardeşimle onurumuzla, gazetecilik haysiyetimiz için mücadele vermiştik.
Yediğimiz yumruklar, tekmeler bizim şahsımıza değil, aslında mesleğimize atılan tekmelerdi.