Bir süredir ara vermiştik.
Başlasın hafta sonu yazımız
Bu günlere nasıl geldiğimi, hangi mücadeleler içinden geçtiğimi bu gün kısa bir kesitle sizlere anlatmaya çalışacağım.
Eski emniyet. Yani Çallı’daki emniyet müdürlüğünün benim anılarımda ayrı bir önemi vardı.
O dönemde binanın en alt katında bulunan ağır suçlar bürosu, hırsızlık, cinayet ve organize suçlar bürosu haber kaynaklarımızın hepsinin aynı yerde olması, biz polis muhabirlerinin de konuşlandığı en önemli mevkiydi.
Bir dönem yeni atanan genç bir amir tarafından aforoz edilmiştim. Öyle böyle değil, tam 2 yıl boyunca bana uygulanan yalnızlaştırılma ve işten attırma politikası izleyen kötü kalpli bir amirden ve iyi kalpli polislerden VE meslektaşlarımdan bahsedeceğim sizlere.
Ağır Suçlar büro amirinin beni aforoz etmesinin nedeni falezlerden düşen bir arabaydı.
Lara bölgesinde şimdiki düden çayının döküldüğü yerin hemen yanından aşağı siyah manda kasa bir Mercedes uçmuştu. Polis telsizi anonslarında ilk anda içinde kimse yok filan denildi, sonrasında polis telsizi sustu.
Normal, maddi hasarlı bir trafik kazasıydı. Ama içimden bir şey dürttü ve şoför arkadaşı “Gidelim” dedim.
Olay yerine ilk ben gelmiştim.
Kimse yoktu. Falezlerden bakınca yani, yukardan aşağı baktığımız zaman aracın ucu gözüküyordu.
Antalya’lıların Manukyan’ın oteli olarak bildiği yerin arasında falezlere inen bir merdiven var. Bu otele bir baskın düzenlenmişti. Polis baskını sırasında o merdivenlerden adamlar kaçarken yakalanmıştı. Merdivenler öyle kalmıştı aklımda.
Merdivenlerden indim, bu sefer araba yukarda kalmıştı. 120 kiloyum ama falezlerdeki taşlara tutuna tutuna, aracın yakınına kadar gittim ve fotoğrafları çektim. Oradan aşağı bir yuvarlansam, yaklaşık 40 metrelik falezlerden aşağı doğru, kitir taşların üzerine düşeceğim ve kurtulma şansım hiç yok.
Neyse, yine tutuna tutuna, tekrar o tehlikeli falezlerden merdivenlere ulaşıp, aşağı inip, merdivenlerden tekrar yukarı çıktım. Geriye aracın çekiciyle kurtarılması kalıyordu ki, ben yukarı çıkıncaya kadar kurtarıcı gelmişti.
Karakol polisi, trafik polisi gelmişlerdi ama yaklaşık 5 dakika içinde hepsi yok oldu. Ortada bir terslik vardı.
Sonra cinayet bürosunun genç amiri ve ekibi geldi. Onlar gelince ortaya bıyıkları aşağı sarkmış, parmağında üç hilalli yüzükler ile serçeden başka kuş tanımayan adamlar peydahlandı.
İşte serçeden başka kuş tanımayan bu adamlar 95-96-97-98 o yıllarda Antalya’da kendilerinin ülkücü olarak tanıtıp, halkın üzerinde büyük bir korku hakimiyeti kurmuşlardı. Çaycı ya, arastada merdiven altında çaycılık yapmaya çalışan garibandan bile haraç almak için adliyelik oluyordu bazıları. Polis şikayetlerini bile almıyor vatandaşın, kovalıyorlardı karakoldan. Yani yol vermişlerdi kendilerini ülkücü olarak tanıtan herkese.
Bereket versin MHP’nin başına geçen Sayın Devlet Bahçeli kendilerini ülkücü olarak tanımlayan bu adamları lağvetti de piyasa bunlardan kurtuldu.
Her neyse, olaya geri dönelim.
Sarkık bıyıklı, üç hilal yüzüklü adamlar üzerime geliyorlar. Bana karşı tehditler küfürler havada uçuşuyor. Kellemi alıyorlar, mızrağa dikiyorlar filan.
Durumu kavramıştım. Yaptıkları genel bir taktikti.
Her zaman işe yarayan bir taktikdir. Hır çıkartıp, beni yani gazeteci dövecekler. Bu sırada aracın çıkarılma anını çekemeyeceğim. Sonra ben darp raporu ile uğraşacağım. Bunlar kendi aralarında belirledikleri birisini polise verecekler ve o da ifadesinde ama fiks olan ifadesinde “Ben gazeteciyim. Sen kimsin, kanun benim. Kanunlar bana hiçbir şey yapamaz. Emniyet müdürünü, valiyi çağırın bana” dediğimi iddia edip hatta ona “Bilmem ne çocuğu. Sen de erkek misin? ” diyerek gururu ile oynadığımı iddia edecek.
Nasıl olsa arabanın fotoğrafını çekmiştim. Genel taktiği fark ettiğim için, “Çalıyı dolaşmaz, gelip bulaşmaz” diye onlarla kavgayı sona bıraktım.
Böyle durumlarda bizim de geliştirdiğimiz bir taktik vardı. Kim vardı o gün hatırlamıyorum yanımda ama şoför arkadaşa işareti çaktım.
Araç çıkartılmaya başladığında, ben fotoğraf çekmeye çalışıyorum, adamlar üzerime doğru gelince şoför arkadaş fırladı yerinden bunlara doğru yöneldi. Onlar birbirlerine “Hop bilader sen kimsin, asıl sen kimsin” diye uğraşırlarken Cinayet büro amirinin çekiciyle çıkartılan mercedesin torpido gözünden bir silah alıp, beline taktığını gördüm ve anında fotoğrafladım.
Bunlar mercedesin plakalasını filan gazete kağıtları ile kapatmışlar ama benim aşağıda fotoğraf çektiğimden haberleri yok.
İşimi bitirmiştim.
Bizim şoför arkadaş cebellişiyordu. Bu anlattığım birkaç dakikalık süre içinde gerçekleşen olaylardır.
Fotoğraf makinasının CT45 dediğimiz flaşı var ve aparat makinaya döküm demirle bağlı. Benim silahımda buydu. Makinanın altını, adamın kafasına indirdin mi, pekmezini akıtırsın.
Fotoğraf makinasının kordonunu sağ koluma sarıp biraz önce galiz küfürler eden adamların üzerine doğru tank gibi gidiyorum. “Ulan sizi bana sayıyla mı teslim ettiler” diye daldım aralarına. Sağ elimle kavradığım makinanın altıyla önüme kim gelirse, kol bacak daldım adamlara.
Böyle durumda da ne olduğunu gayet iyi biliyorum. Bir çok kavga tecrübem vardı. Önce edilen tüm kışkırtmalara, küfürlere ses çıkarmadan duran kişinin korktuğunu zannederek hakaretlerin dozunu arttıranlar, kişi aniden gözü dönmüş bir şekilde ağzından salyalar akıtarak üzerlerine gelirse çil yavrusu gibi dağılırlar.
Bilirler ki, üzerlerine böyle gelen kişi ölümü göze almıştır. Ölümü göze alan hiç kimseyi silahla, milahla korkutamazsın.
Nitekim öyle oldu. Koca koca adamlar çil yavrusu gibi dağıldılar.
Bindik arabaya, geldik ofise.
Karakolu arıyorum “Bizim kayıtlarımızda böyle bir kaza yok” diyorlar. Trafik polisini arıyorum “Böyle bir kaza hiç olmadı” diyorlar. Plaka İstanbul plaka “Kimin olduğunun bilgisini veremeyiz” diyorlar.
Sonunda yine eski yönteme başvurup İstanbul Trafik Şubesini aradım ve karşıma çıkan polise kendimi polis memuru olarak tanıtarak “Devrem şu plaka kime ait bir baksana” dedim.
Karşımdaki polis, bir gazetecinin trafik şubesini arayıp da kendisini polis memuru olarak tanıtıp, bir polis memurunu kandırabileceği aklının ucundan bile geçmemişti.
Bu nedenle “Devrem bu bir otobüs ve sahibi de bilmem ne firması” dedi.
Ama plaka bir mercedeste çıkmıştı!
Bu haberi “Esrarengiz Mercedes” diyerek verdik ve ana gazetenin arka sayfasına manşet olmuştu. O genç amir de mercedesten silahı alıp, beline takarken fotoğrafı da yer almıştı.
Elbette ortalık karıştı. İşte o gün o genç amir beni aforoz etmişti.
Mercedesin hikayesi ise işte o günlerde popüler ülkücü bir grubun lideri olan Rahmetli Alpaslan Türkeş’in bir dönem korumalığını yaptığı söylenen Hamza Gündoğdu’ya ait çıktı. Gündoğdu ile arası çok iyi olan cinayet büro amirinin bu işte insiyatif kullanarak ruhsatsız olduğunu tahmin ettiğimiz silahı kendi üzerine almıştı ve ben de bunu fotoğraflamıştım.
Emniyet amiri soruşturma filan geçiriyor ama hepsinin usulen olduğunu biliyoruz. O günün şartlarında emniyetin içindeki erkler tarafından korunuyordu.
Benim emniyete girmem yasaklandı ama beni kim durdurabilir ki?
Bütün polis muhabiri arkadaşlarıma da talimat vermişti. Benimle kimse konuşmayacaktı. Benimle birlikte hareket eden hiçbir muhabiri içeri almayacaktı. Benimle konuşan kimseye bilgi verilmeyecek ama bana selam dahi vermezler ise tüm bilgileri verilecekti. Nitekim öyle oldu. 1 muhabir arkadaşım hariç, tüm meslektaşlarım da beni yalnızlaştırdılar.
Elbette o dönem polisin yol verdiği kendilerine ülkücü diyen sarkık bıyıklı, üç hilal yüzüklülerin de hedefi halindeydim. Çok çetin bir mücadele içine girmiştim.
Bu gün o polis memurlarının hepsini teker teker selamlıyorum. Emniyet amirinin selam vermeme talimatı verdiği polislerin neredeyse tamamı (Arada amirin ispiyoncuları hariç) bana kol kanat gerdiler.
Amir nasıl olsa bir gün gidecekti. Biz yine beraber çalışacaktık. Polis memurları bunu bilerek bana alttan destek olurken benim meslektaşlarım beni gördükleri yerde yüzlerini başka yöne çeviriyorlar. Daha dün bana bilgi için, fotoğraf için yalvaran meslektaşlarımın üzerinde bir özgüven vardı hiç sormayın.
Polis memurları ile aramızda şifreler belirlemiştik.
Ben Zanco’nun kahvesinde oturuyorum veya emniyetin duvarında oturuyorum. Cinayet bürosundan ekip çıkarken eğer telsizin anteni ile yukarı doğru işaret ediyorsa “Bizi takip et olay yerine gidiyoruz” demekti. Telsizi aşağı doğru işaret ediyorsa. “Gelme. Bekle” demekti. Cinayet bürosunda çalışan polis, camlı kapının yanındaki pencereden dışarda oturan bana iki defa bakıp, geri dönüyorsa. “5 dakikaya kadar sanığı çıkartıyoruz. Hazırlan” demekti.
Bilgileri ise yanımdan geçerken veya fotoğraf çekerken anında fısıldayarak verip geçiyorlardı. Emniyetten uzak bir yerde araçları kenara çekip, bilgileri ve fotoğrafları veriyorlar. .
Amir deli oluyordu. Bizim polis muhabiri arkadaşlar deli oluyorlardı. Meslektaşlarım amirin odasında çay-kahve içerken ben polis memurları ile olay yerinde cinayet haberlerini yapıp onları atlatıyordum. Meslektaşlarım kendi büro şeflerinden haber atladıkları için fırça yedikçe yeniden amirin odasını terk edip bana yanaştılar.
Ama bu sefer ben onları gördüğüm yerde arkamı dönüyorum, selam bile vermiyorum. Bunlar da benimle birlikte duvar başında oturmaya, ben kimin fotoğrafını çekiyorsam onlar da aynı kişinin fotoğrafını çekiyorlardı. Bazen pislik olsun diye hiç tanımadığım bir adamın uzaktan fotoğrafını çekiyor, onlarda çekiyorlar ama konuyu bilemedikleri için kıvranıyorlar ben de onların bu kıvranmalarını izliyordum. Veya pislik olsun diye kendim tir tir titresem bile soğukta onları da dikiyordum.
O gün benim de meslektaşlarıma karşı acımasız tavırlarımı belirlediğim gündür. Daha önce "Arkadaşım büro şefinden fırça yemesin. İşinden olmasın" diye elimdeki bilgiyi, haberi veya fotoğrafı paylaşırdım. O günlerden kalan alışkanlığımdır. Asla elimdeki bilgiyi, belgeyi mümkün derece hiç bir meslektaşımla paylaşmam. Hiç birisine haber konusunda güvenmem ve gardımı asla indirmem. Ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar hiç bir zaman acımadım.
Bir gün kafamın iyi uyduğu ve hoş zaman geçirdiğim bir arkadaşım, haber atlamaktan o kadar çok fırça yemiş ki büro şefi "Tek bir haber daha atlarsan seni işten atacağım" demiş. Bunu bana anlattı ve "Lütfen zor durumdayım. Hiç olmaz ise bir kaç hafta bana destek ol. Haber atlatma veya yaptığın haberi bana da ver" dedi.
Aradan zaman geçmiş, amirin yerinde yeller esiyordu ama içimdeki kin hiç eksilmemişti. Gülerek "Ara telefonla bilme ne amirini. Klima altında çayını kahveni içerken, sana haberleri, bilgileri toparlayıp versin. Ulan siz adamın bir talimatıyla bana Allah'ın selamını vermediniz. Ben şimdi sana haber mi vereceğim" dedim.
Cinayet bürosunun o polis memurları, aylarca ve hatta 2 yıl boyunca bana o kadar destek oldular ki, buradan kendilerini minnet ve saygıyla selamlıyorum. Emekleri gerçekten çoktur. Haklarını hiçbir zaman ödeyemem.
2 yıl boyunca beni işten attırmaya, ekmeğimle oynayan o amir Allahına yakın, bana uzak olsun ama bazılarıyla hala görüştüğüm o iyi kalpli polislere selam olsun