Güzel bir hafta geçirmenizi dileyerek bu haftanın yazısına başlayalım.
Geçenlerde birkaç meslektaş oturduk laflıyoruz. Üç gazeteci bir araya gelince yine meslekten konuşulur.
Gazeteciliğin belirgin meslek hastalıkları vardır. Mesela ukalalık hastalığı. Mesela kendini beğenmişlik hastalığı. Ego tavandır bizde. Yazdıklarımızı, söylediklerimizi milyonlar okuyor, kalemimizden çıkacak kelimeleri beklediğini zannederiz.
Branşlara göre bakarsak eğer polis muhabirleri bir süre sonra kendilerini polis gibi görürler, polis gibi düşünür ve vatandaşa karşı polis gibi tepki verirler.
Mesela turizme bakan muhabirler bir süre sonra kendisini turizmci gibi hisseder ve bir süre sonra sanki bir otelin ceo’su gibi davranmaya başlarlar.
Bu branşların hepsinde çalışan meslektaşlarımızın da yaş ilerledikçe ortak rahatsızlıkları “Kendini önemli hissetme” hastalığıdır.
Çok çok önceleri gazetecilik elbette çok saygın bir meslekti. Vatandaşın ulaşamadığı genel müdürler, belediye başkanları gazetecilere kapıları her daim açıktı. Her daim onların söylediklerini büyük bir ciddiyetle dinlerlerdi.
Ama artık o günler çok ama çok gerilerde kaldı.
Şimdi bireysel ilişkileri iyi olan gazeteciler daha iyi mesleklerini sürdürebiliyor.
Zamanında çok iyi haberlere imza atmış yaşları hayli ilerlemiş, hiç bir yerde çalışmamalarına rağmen hala kendisini önemli hissetmek için hiç bir toplantıyı, hiç bir töreni kaçırmadan en ön safta yerlerini alan ak saçlı meslek büyüklerimizi gördükçe “Ben de mi böyle olacağım acaba?” diye endişeleniyorum.
Hele birde Vali veya belediye başkanın yaptığı toplantılarda mikrofonu ele geçirip, soru sormak yerine en az 10 dakika geçmişte kendisinin nasıl haberler yaptığını, toplantı yapılan konuların haricinde anılarını anlatan, yine gündemdeki konu haricinde aklına ne geliyorsa mesela ulaşımla ilgili, mesela parklarla ilgili çok değerli görüşlerini beyan etmeye çalışan meslek büyüklerimizi gördükçe içim ürperiyor, bende bunlara benzersem diye ödüm patlıyor ve “Hafazanallah, destur savuş, destur savuş” diyorum.
Vali beyin toplantısına dakikalar öncesinden gelip, valinin oturacağı yerin hemen yanındaki sandalyeye oturup hiç kıpırdamayanları gördüm; duydum.
Başka mesleklerde buna benzer rahatsızlıklar var.
Mesela ‘Merkez valisi’ hastalığı vardır bir de. Bilir misiniz bilmem?
Atıyorum İstanbul gibi bir kentin valisi, o şehrin tanrısı gibi bir şey. Bir yere giderken korumalar, şoförler, eskort polisler filan. Astığı, astık, kestiği kestik. Ama ertesi gün merkez valisi olarak Ankara’ya geri çekilirler.
İşte bu merkez valileri asansöre binince beklerlermiş. Bazıları “Niye asansör hareket etmedi?” diye etraflarına bakınırlarmış.
Çünkü yıllar boyunca asansöre bindiği zaman asansör düğmesine basmamışlar. Hep onların yerine şoförleri, korumaları bastıkları için böyle dımdızlak kalınca asansör düğmesine basmayı unutuyorlar.
Mesela siyasetçilerde de aynı durum oluyor.
Siyaset sahnesinden isimleri artık solmuş olmasına rağmen, siyasete devam etmeye çalışmaları, buldukları her üç kişiye mevcut siyasetçileri eleştiren, aslında yapmaları gerekenleri yani kendi fikirlerini anlatıp durma halleri.
Örnek verecek olursak, aslında üzülüyorum bunu yazarken.
Biliyorsunuz Mustafa Akaydın Antalya için değil, Türkiye için değerli bir bilim insanıydı.
Ayrıca Akdeniz Üniversitesi rektörü olarak üniversiteye çok büyük katkıları olmuştu.
Nasıl oldu, ne oldu anlamadım ama (Bana göre) çok talihsiz bir kararla siyasete girdi ve ABB başkanı oldu.
Hoca siyasetçi değildi! Belediye de Akdeniz Üniversitesi değildi.
Siyasetçilerin arasında da belediye başkanlığı yapabilme yeteneği olan insanlar var, milletvekili yeteneği olanlar ayrıdır.
Belediyecilikten sonra, milletvekilliğine geçti.
Bize göre vasati, yani ortalama bir milletvekiliydi.
Her şey bittiğinde anladığım kadarıyla Mustafa Akaydın hoca da boşluğa düştü.
Mustafa Akaydın değerli bir akademisyen, değerli bir hoca ama şimdilerde kim nereye çağırırsa koşa koşa gidiyor.
Bir bakıyorsun üç-beş adamla salaş mekanlarda çilingir sofrasında, bir bakıyorsun miadını her anlamda doldurmuş, hocanın entelektüel birikiminde topuğuna çıkamayacak boş-beleş adamlarla kahvaltıda.
Onların arasında kabul edilip, hürmet görünce Mustafa Akaydın hocamız galiba kendisini önemli hissediyor.
Bunlar yetmiyor gibi bu saatten sonra adı bir de aşk dedikodularına karışıyor.
Eskiden herkes Mustafa Akaydın’ın ameliyatlarını, kurtardığı hayatları konuşurken şimdi aşk dedikodularını konuşur oldular.
Bu avam hayat Mustafa Akaydın gibi bir hocaya yakışmıyor.
En azından benim düşüncem budur.
Hayat onun hayatı. Elbette nasıl yaşayacağına, kimlerle görüşeceğine müdahale etme gibi bir terbiyesizliği yapmam, yapmıyorum.
Sadece toplumun bir çok kesiminin hala saygı duyduğu, benim de çok derin saygı duyduğum bir insanın, çok değerli bir hocanın böyle anılmasına, arkasından gülmelerine gönlüm elvermiyor.